12 Eylül 2011 Pazartesi

-- Ters Köşe İşbirlikleri (kısım 2)


Batı tedrisatından geçmiş müzisyenlerin “aydınlanmak” için doğu ve güney çoğrafyalara inmelerinde artık şaşıracak pek bir yan yok, evet. Hatta bu tip aydınlanma hareketleri aklı başında, ufku açık müzisyenler için bir nevi yapılması elzem 5 müzikal hamleden biri (diğer hamleler arasında gruplarını dağıtmak sonra tekrar bir araya gelmek, “sir” ilan edilmek gibi şeyler var). Ama doksanlara Seattle’dan hemen sonra hükmeden brit-pop hanedanlığının iki şehzadesinden, Oasis olmayanının (yani evet Blur’un) esas adamı Damon Albarn’ın Mali’ye seyahati ve orada yerel müzisyenlerle yaptığı kayıt tam bir ters köşeydi. Daha önce Peter Gabriel ve Paul Simon gibi “ağır” abilerin gittiği yolun bir benzerinden Albarn da gitmişti. Şu anda türlü projeyle karşımıza çıkmasına hiç şaşırmadığımız ve çok yönlülüğünden şüphe etmediğimiz Albarn’ın posterleri “genç odası takımları”nın değişmez bir parçası olduğu günlerin hemen ertesinde giriştiği bu tutkulu proje popüler müzik tarihinin de en özel işlerinden biri olarak hafızalarda.



Hazır Seattle’dan bahsetmişken Eddie Vedder’ın da Jeremy’nin o gün sınıfta konuşup konuşmadığı sorusunu kendine yakın bulan Pearl Jam hayranlarını ters köşeye yatırdığı Pakistanlı kavvali ustası Nusrat Fateh Ali Khan’la düetlerini de unutmayalım. “Dead Man Walking” filmi için hazırlanan albümde Bruce Springsteen, Tom Waits gibi isimlerin şarkıları arasında iki de düeti vardı Vedder ve Ali Khan’ın. Bu yıl ukulele ile çaldığı şarkılardan oluşan bir albümle çıkıp geldiğinde eğer şaşırmıyorsak köklerini bu işbirliğinde aramakta fayda var.
Bir başka Seattle sakini de grubu Soundgarden’ın yokluğunda iki ters köşe hamle yaptı. Biri Noam Chomsky’i rock dinleyicisine okutan her dem muhalif grup Rage Against The Machine elemanlarıyla kurduğu “apolitik” Audioslave’di. Tabii hatırlatmakta fayda var; aslında Audioslave sayesinde esas kontrpiyede kalan R.A.T.M. dinleyicisiydi. Cornell’in diğer ters köşe marifetiyse liste tepelerinde gezinme arzusuna yenik düşüp, tuttuğu altın prodüktör Timbaland ile bir albüm kaydetmeye kalkmasıydı. Sonuç? Soundgarden yeniden bir araya geldi.


Kıta Aynı Kutuplar Zıt
Kanguru diyarından çıkıp gelen iki zıt kutbun bir cinai şarkıda buluşması; Kylie Minogue ve Nick Cave’in “Where The Wild Roses Grow”u, iki tarafın da takipçilerine en okkalısından bir ters köşe sürpriziydi. Güzel ve çirkin, katil ve kurban arasındaki ilişkiyi notalayan ilk şarkı “Where The Wild Roses Grow” değil belki evet, ama iki ismin de kariyerlerinden ve dinleyicilerinden bağımsız kendi başına apayrı bir şöhreti olması bakımından belki de en “olmuş” ters köşelerden biri kendisi.

Bugün müzik dünyasının bizleri en az şaşırtan işbirlikleri hip-hop ve metal camiası arasında vuku bulanlar. Ama rapper’ların MTV yayınlarını henüz ele geçirmediği yıllarda, Amerikan rock’n roll’unun toksik ikizleri Steven Tyler ve Joe Perry’nin yani Aerosmith’in rap kültürünün adidaslı esas adamlarından Run DMC sayesinde kendini içinde bulduğu işbirliği, müzik tarihinin en unutulmaz işbirliklerinden biri olarak anılabilir.
Run DMC’nin 1986’da “Walk This Way”e ettiği müdahale aynı güzergahı takip edecek pek çok müzisyene de rotasını çizmiş oldu. Güler yüzlü “metalci”ler Anthrax ile sözünü sakınmayan Public Enemy arasındakinden, Slayer ve Ice-T’ye, ve hatta tüm kariyerini bu kontrastın üzerine kuran –mesela Rock’n Coke sahnesinin bu yılki yıldızlarından Limp Bizkit gibi- gruplara…

Milliyet Sanat Ağustos sayısından, "yönetmenin kurgusu" haliyle... 

Hiç yorum yok: